25 Aralık 2008 Perşembe

Kurum Kültürü ve Liderlik...


Benim askerî liseden amirim, daha sonra da tümgeneralliğe kadar yükselip emekli olan bir komutanımla bir ara buluştuk. Güneydoğu’dayken bir gün pusuya düşüyorlar. Çukur bir yerde, oldukça kötü durumdalar ve yukarıdan mermi yağıyor. İlerideki bir taşın arkasında bir asker var, o ateş etmeye başlarsa ekip de ateş edebilecek; fakat iki aylık bir asker, acemi bir genç ve titriyor.
Subay ve astsubay bağırıyorlar: “Oğlum ateş et”. Çocuğun ilk çatışması, onları duymuyor bile. Albay fırlıyor, askerin yanına koşup sipere yatıyor. Ve çocuğu dürtüyor, er sapsarı bir yüzle dönüyor, komutanı yanında görünce iyice korkuyor.
– Oğlum, senin adın ne?
– ...?
– İlk ateşte, buraya doğru koşarken ateş etmiştin değil mi?
Çocuk biraz duraksıyor ve “Evet komutanım” diyor.
– Oğlum, benim yanımdaki astsubayım dürbünle tepeyi gözlüyordu, biraz önce Kannaslı [1] bir PKK’lının senin ateşinle vurulduğunu gördü. Eğer sen onu vurmasaydın o beni vuracaktı. Nerelisin sen oğlum?
– İzmir.
– Bu çatışmanın çok daha kötülerini gördüm, merak etme buradan sağ çıkacağız. Dönüşte benim odaya gideceğiz ve sen, anne babanı arayıp telefonu bana vereceksin. Ben, onlara “Öyle bir yiğit yetiştirmişsiniz ki benim hayatımı kurtardı, Allah sizden razı olsun” diyeceğim, sağ ol evladım.
Mehmetçik kafasını çıkarıp komutanıyla beraber ateş etmeye başlar, ardından da arkadaki ekip. O gün, hep beraber oradan kurtulurlar. Birliğe gidince çocuk, komutanın odasına gider ve beraberce İzmir’i ararlar. Telefonda konuşurken anne, baba, çocuk ve komutan beraberce ağlarlar.
“Şerif, görevim süresince bu çocuk benim en güvenilir, en kahraman askerim oldu” dedi paşa.
Ekip lideri olarak kurumdaki tüm gençlerin kahraman mı, korkak mı olacağını sizin tutumunuz belirler. Güvenirseniz güvenilirsiniz, azarlayıp durursanız korkulursunuz.
Korku kültürü olan yerde sadakat, sevgi ve güven olmaz.
2001’deki krizde, İzmir’deki büyük bir gıda firması… Ceo, işçilere “Arkadaşlar, kriz nedeniyle maaşlarınıza zam yapamıyoruz. Burası bizim ekmek teknemiz, ne yapalım, ayakta kalmak ve çocuklarımızın geleceği için buna mecburuz” diyor. İşçiler “Tamam” diyorlar, aynı şevkle çalışmaya devam. Bir süre sonra bu Ceo’ya 600.000 YTL’lik zırhlı bir Mercedes makam aracı alınıyor. Şirket patronunun oğlu da, orada burada “Adamın maaşı 70.000 YTL kardeşim, bırakın o çalışsın” diye konuşunca, orta kademe de dâhil, o sene kimse içten çaba göstermiyor. Kurum yöneticileri o seneki verim düşüşünü sürüyle faktörde arayıp durdular, “krizden oldu” dediler. Krizden olmadı, makam aracından oldu.
Dışarıda kriz var, sen iyisin, korkma.
Dışarısı mükemmel, kurumun içinde yönetim krizi var, batarsın.
O Ceo’nun İK gazetelerinde röportajlarını gülümseyerek okudum; Batılı liderlik gurularından, yönetim teorilerinden, kendi yelkencilik deneyimlerinden bahsediyordu. Yeni yetme gazeteci de ağzı açık dinliyordu.
İskoçlar der ki “Çocuklar dudaklarınızı değil, ayaklarınızı takip ederler”.
Sistem Lideri, içeride güven ortamı oluşturur.
Kurum kültürünüzü oluştururken iki tercihten birini yaparsınız ya sevgi, sorumluluk, iletişim üzerine ya da korku, disiplin, gizlilik üzerine kültür oluşturursunuz.
Kurum kültürünüzü yaratan; davranışlarınızdır, ekibe anlattığınız teoriler değil.
Geçmişte, Hyundai’de staj yapan bir öğrencim anlatmıştı: Bir işçinin getirdiği yenilik nedeniyle, o dönemki yaşlıca genel müdür (çok mütevazı bir adam; hiç öyle ciks, havalı giyinen, jöleli bir tip değil) iniyor üretim bantlarına, işçiyi buluyor, sarılıp teşekkür ediyor. Yönetici gidince orta yaşlı işçi ağlamaya başlıyor. Stajyer yanına gidip niye ağladığını sorunca, işçi “Bu hayatımda aldığım en büyük hediyeydi” diyor.
Size hep karizma anlattılar değil mi? İmaj yapın falan... Anadolu’da derler ki “Tavuğum güzel olsun, yumurta vermesin”, tam o hesap. Karizma, kitap kapağı gibidir. Kapağa bakarsın, süper. İçini açarsın, boş. Atarsın bir kenara.
Bir dönem, İzmir’in en büyük hipermarketlerinden birine, İngiltere’de yüksek lisansını yapmış, havalı bir Türk genel müdür gelmişti. Bir çalışan, adamın davranışlarından huylanıp araştırınca, genel müdürün aslında lise mezunu olduğu, sahte diplomayla yöneticileri kandırdığı anlaşılmıştı da kamuoyunun haberi bile olmamıştı (şu ana dek).
Siz kâra falan odaklanmayın; çalışan mutluluğuna, onların gelecek garantisine, performanslarının önündeki engellere odaklanın, gerisi gelir.
Yıl 2006… Aksigorta Genel Müdürü Ragıp Yergin, sabahleyin Ege Bölge Müdürü Birol Balaylar’la bir telefon görüşmesi yapar. Bölge müdürünün sesi biraz yorgun geliyordur. Öğleden sonra Birol Bey’in kapısı çalınır. Genel Müdür, İstanbul’dan ziyarete gelmiş. Tüm çalışanlar, o gün beraber ufak bir yemek yer. Görüşmelerden, bir iki çay içildikten sonra, Genel Müdür akşam döner. Aksigorta, 2007 rakamlarına göre sektörün en kârlı kuruluşu. Siz kâra değil, çalışan mutluluğuna odaklanın.
Burada; hiç veri yönetmeyin, teknik düşünmeyin, finansı kenara koyun demiyorum. Önceliği neye vereceğinize karar verin.
Honda Antalya Şenoğlu Otomotiv’in başında Orhan Şenoğlu var. Gençliğinde seyyar arabada kaset satarken, bugün, son derece başarılı bir işadamı. Çalışanları için haftada iki kez psikolog getiriyor. Çalışanların alacağı eğitimi gidip bir yıl önceden kendisi alıyor ki onlara örnek olabilsin. Firmaya girdiğiniz an, içeride o örnek havayı hissediyorsunuz.
Güveni yönetme konusunda iki kurumsal örnek önemli. 2001’deki global krizde, Türkiye’de iki firma gazetelere ilan verdi: Yeşim Tekstil ve Unilever. İK gazetelerinde işçilerinin bir bölümünün isim listesini yayınladılar: “Listedeki işçiler iyi çalışanlarımızdır, kriz nedeniyle işten çıkarmak zorundayız fakat hiçbirine iş bulmadan işten çıkarma yapmayacağız”. Hepsine iş buldular, tazminatlarını ödeyip öyle çıkardılar. Geride kalanlar “Bu kurum bizi satmaz” diye düşündüler ve inandılar.
Bugün, turizm sektöründeki en büyük dertlerden biri, eleman değişim hızı. Hangi otelle konuşsanız işçiler geçici, dönemlik çalışıyorlar ve onların dışındaki personel de devamlı otel değiştiriyor. Hele Antalya’yı göz önüne aldığımızda çok sayıda otel var (ki şu an sektördeki yatak sayısı ihtiyacın çok üzerinde). Personel, her sene bir otel değiştiriyor, patronların hepsi kalıcılık olamadığından şikâyetçi. “Maalesef sektör böyle, yapılacak bir şey yok!” diyorlar. Öte yanda, Antalya’daki Barut Otelleri’ndeki eleman değişim hızı % 3,5.
Nasıl yapıyorlar peki?
Çalışanı sonuna kadar sahipleniyorlar, sektörün biraz üzerinde bir ödeme yapıyorlar, doğru dürüst çalışma koşulları sağlayıp çalışanlarına eğitim yatırımı yapıyorlar.
En önemlisi ise çalışanlarının kurumlarına güven duymasını sağlıyorlar. Güvenilir yerde olmak, hele böyle bir ülkede çalışanlar için belki de her şeyden önemlidir.
Karaman’da, Bifa’da bir gün, bir işçi, kucağında bisküvi kolileri varken merdivenlerde patron Necati Babaoğlu’yla karşılaşır. Patronu karşısında görünce duvara yapışır ve yol verir, patron da duvara yapışır.
– Buyur geç.
– Olmaz Necati Bey, siz geçin.
– Olur mu, sen iş yapıyorsun, ben geziniyorum, sen geç!
– Hayatta olmaz, siz geçin.
Karşılıklı yalvar yakar… İşçi kardeş zorla geçer. Tüm işçiler birbirlerine bunu anlatırlar. Bifa’ya gittiğinizde, her yerde tevazu görürsünüz.
Oysa patronların çoğu, asıl işlerinin yanında “küçük dağ imalatı” işine de girerler, çok havalı iştir.
2006 yılında, emekli koramiral Atilla Kıyat ve bir ekiple PİRİREİS Gemisi’nde yemek yedik. Orada şunu anlattı: Görev yaptığı gemiye “Gemi yola çıkmasın” diye bir telgraf gelir; görevli asker telgrafı Teğmen Atilla Kıyat’a vermeyi unutur, gemi yola çıkar. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı olayın sorumlusunu arar ve aslında, asker suçlu olmasına rağmen, talimatnameye göre teğmene ceza verilmesi kararlaştırılır. Bu ceza, genç subayın kurmaylığını ve ilerideki tüm sicilini etkileyecektir. Gemi komutanı Albay Orhan, genç teğmenin olayda bir suçunun olmadığını bilmektedir ve komutanlığa bir yazı gönderir: “Talimatnameye göre iki römorkör olmadan limana girilmez. Ben hep römorksuz giriyorum, bundan sonra limana giremem. Talimatnameye göre 10 atış astsubayı olmadan atışa gidilemez. Bende üç atış astsubayı var, bundan sonraki atışlara katılamam, talimatnameye göre…”. Bir süre sonra, komutanlıktan cezanın iptali gelir. Albay Orhan, genç teğmenin alacağı ceza için kendini riske sokmayabilir, görmemezlikten gelebilirdi ama ekibindeki arkadaşının sonuna kadar arkasında durdu. Orhan Serim de, Atilla Kıyat da ileride sağlam birer general olurlar.
Siz ekibinize güvenin ve onların güvenini kazanın.
Eğer liderlik yapacaksanız ve iş hayatında başarı bekliyorsanız kilit formüllerden biridir bu.
Size içten bir bilgi: Güvenilirliği okuyarak kazanamazsınız, bunu size hayatınızdaki iyi örnekler ve aileniz kazandırır.
________________________________________
Ahmet Şerif İzgören'in Moks, Başarıya Giden Yol "Türkiye ve Dünyadan Yüzlerce Uygulama Örneği" adlı kitabından.(Elma Yayınevi, Kasım 2008. www.elmayayinevi.com)

23 Aralık 2008 Salı

Yöneticilik bir sanattır..


Büyük Amerikan imalat fabrikalarından birinin yönetim kurulu üyeleri kar ve zarar hesaplarını incelerken, fabrika müdürünün aylığına takılmışlar ve bunu bir hayli indirmenin mümkün olabileceğini düşünmüşler. İçeriden iki kişi seçerek fabrika müdürü denen bu adamın neler yaptığını bir görmelerini ve ondan sonra bu konuda karar vermesini kabul etmişler.

İki kişilik ekip sabah sessizce fabrikaya gitmiş ve fabrika müdürünün odasına girmiş. Gördükleri manzara şu olmuş: Fabrika müdürü elinde kahve fincanı, ağzında piposu, ayakları masanın üzerinde,etrafa halka halka duman yaymakla meşgul. Masanın üstünde ne bir dosya, ne bir kağıt hiçbir şey yok. Bir müddet kendisi ile oradan buradan konuşan ekip üyeleri, bu müddet zarfında müdürün hiçbir işle meşgul olmadığını ve yalnız birkaç basit telefon konuşması yaptığını görmüşler.
Ekip üyeleri, böyle basit bir iş için verilen yıllık 100.000 doların en az üçte ikisinin kesilmesiyle iyi bir tasarruf sağlanabileceğine karar vermişler. Fabrika müdürünü çağırıp, "maaşını indirme" teklifinde bulunmuşlar. Tabii fabrika müdürü bu indirmeye razı olmamış ve işten ayrılmış.

Yeni maaşla çalışmayı kabul eden bir çok istekli arasında bir kişi yeni fabrika müdürü tayin edilmiş. Üç ay geçtikten sonra idare meclisine gelen imalat istatistiklerinde az, fakat dikkati çekecek kadar bir düşme başlamış, "fabrika müdürü yenidir, tabii bu kadar acemilik olur" demişler altıncı ayın sonunda
istatistik eğrisi bir hayli düşmüş eski ekip üyeleri, yeni fabrika müdürünü odasında ziyaret etmişler. Adamcağız kanter içinde, bir elinde telefon, öteki eli evrak imzalamakla meşgul, başıyla gelenlere oturmalarını işaret etmiş. Gelen giden o kadar çok ki, adamla doğru dürüst konuşmaya bile imkan olmamış. Fakat heyetin kanaati şu olmuş: "Böyle canla başla çalışan bir adam başta olduğu müddetçe endişelenmek için hiçbir sebep yoktur, biraz daha bekleyelim."

Sene sonu gelmiş, her zaman kar eden fabrikanın bilançosu zararla kapanınca, idare meclisi, bir ekip kurmuş ve yeni ekip bu sefer, müdürün odasına değil, doğrudan fabrikaya gitmiş ve iş başında bekleyen insanlar görmüş, sebebini sormuşlar aldıkları cevap şu olmuş:
"Özel bir döküme başlayacağız, fabrika müdürü ben gelmeden başlamayın dedi, biz de bekliyoruz, her halde elektrik atölyesinden bir türlü ayrılmaya vakti olmadı." O sırada gözleri, yaşlı bir usta başına ilişmiş, adamı şöyle bir kenara çekmişler ve fabrikanın eskiye nazaran daha fena çalışmasının sebeplerini sormuşlar. Yaşlı ustabaşı içini boşaltmak ihtiyacını uzun zamandır hissetmiş olacak ki:
"Baylar demiş, eski müdürümüz teferruatla uğraşmaz, ileriye ait planlar yapar, işi bize bırakır, biz de normal zamanlarda onu rahat bırakırdık. İçinden çıkamayacağımız olağan üstü bir problemle karşılaştığımızda ona ancak o zaman baş vurduk, ve o zaman da bilirdik ki, o bizim bu müşkülümüzü çözecek tek kişidir. O hakiki fabrika müdürü idi. Güler yüzlü idi, piposunu içer, bizle şakalaşır, fakat hepimiz için
düşünürdü. Şimdiki müdür de çok dürüst, iyi niyet sahibi, hatta çok çalışkan bir adam. Fakat o hiç birimize inanmıyor, her işin kendisi tarafından görülmesini istiyor. Yani o, bizim yerimize ustabaşılık yapıyor, tabii bizde amele çavuşu mertebesine düşüyoruz, haydi neyse buna da aldırmayalım, ama fabrika müdürlüğü boş kalıyor. Elinde piposu, ileriyi görmeye çalışan, tedbir alan, düşünen adamın
yerinde kimse yok."

İdare meclisi durumu anlamış ve eski fabrika müdürünü tekrar oraya getirmek istemiş. Tabi kolay olamamış. Bir yıllık acı tecrübeden sonra 100.000 dolar yerine ancak 150.000 dolar vererek onu gelmeye razı edebilmişler.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Asya'da Maymun Yakalamak...!


Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır…
Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır…
Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur..
Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir…
Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz…
Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır…
Sıkıca yumruk yapmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz…
Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama, kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir…
Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır…
Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür…
Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur…
Tüm yapmamız gereken elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri, serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır…!!!

Ben, maymuna benzer yanımız olarak sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmiyor oluşumuz olduğunu düşünüyorum:

-Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,

-Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 20–30 kat büyük evlere sahip olmak,

-Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir kösesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,

-Okumadığımız kitaplara sahip olmak,

-Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,

-Bize günde 3–5 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak,

-Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,

-Bize hiç bir faydası olmayan ama her fırsatta hava atabileceğimiz büyük yerde tanıdıklara sahip olmak,

-Faizi, getirisi zarara uğramasın diye kıyıp harcanamasa bile bol sıfırlı bir banka defterine sahip olmak,

-Dünyalarına ve güzelliklerine katılamadığımız, asla yeterli vakit ayıramadığımız başarılı ve diğerlerininkinden daha güzel çocuklara sahip olmak,

-Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takımı taraftarlığına sahip olmak,

-Sağlığımıza, düzenimize, beynimize korkunç zararlar verse bile envai çeşit içkilerin bulunduğu gösterişli, dekoratif bir mini bara sahip olmak, oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar, kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha neler nelere sahip olmak, ya da sahip olduğumuzu sanmak…

Maymun gibi avucumuzda tuttuğunuz surece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz? Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu bir anlayabilsek...
--

P. J. O'Rourke - "Never wear anything that panics the cat."

17 Aralık 2008 Çarşamba

Metrodaki Kemancı


Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba ?

16 Aralık 2008 Salı

Pencereler Nereye Açılıyor…?


Pencereler Nereye Açılıyor…?

Rusya, Çin, Almanya, Fransa artık Microsoft’a güvenmiyor.Özellikle Fransa’da Microsoft’a artık hiç güvenilir gözüyle bakmıyorlar.Sebep ise Microsoft’un sistemlerine “casus kod” yerleştirerek “Arka Kapılar” açtığı şüphesi.Sebep hiçte saçma değil dünyanın en gelişmiş ülkelerinin bu iddiaları ortaya attığı göz önünde bulundurulursa çok mantıklı.. Şimdi olayı biraz daha irdeleyelim.Siz Microsoft ürünlerinden her hangi birini bilgisayarınıza yüklüyorsunuz Örneğin; (Office, Windows, Microsoft Reader) gibi bu programlar bilgisayarınızda backdoor diye tabir edilen “ Arka Kapı” açıyor bu da bilgisayarınıza uzaktan erişim sağlıyor veya şifreleriniz gibi özel verilerinizi belirtilen merkeze yollanıyor.Bir çok kişi saçma diyebilir ama ilerleyen bölümlerde size ne kadar mantıklı ve gerçekten böyle bir şey olduğunu ispatlayacağım.Bu konuyu bu güne kadar bir çok bilgisayar uzmanıyla tartıştım…Belki bu arka kapılar bizler için önemsiz olabilir ama devlet kurumları için son derece tehlikeli.Görüşmelerimde hemen hepsi şunu söyledi Microsoft kaynak kodlarını devlete verdi bu kodlar uzmanlar tarafından incelendi ve sorunsuz çıktığı anlaşıldı.Şimdi milyonlarca satır kodun içinde bu tip kodları fark etmek mümkün olmayabilir.Hatta kodlar tamamen temizde olabilir fakat bilgisayarınıza mecburi olarak yükleyebileceğiniz bir program Örneğin; Winamp, Messenger gibi Windows işletim sistemi ile karşılaştığında arka kapılar açabilir.Bunu fark etmenin kesinlikle mümkün olamayacağını düşünüyorum. Geçenlerde Microsoft Patronu Bill Gates ülkemize geldi toplantılar, anlaşmalar yapıldı.Milli Eğitim Bakanlığı ile anlaşma imzalandı.Sayın Başbakan ve Danışmanına iki Lap Top hediye edildi.Şimdi düşünün bu bilgisayarlarda Başbakan ile ilgili özel bilgilerin saklandığını ve bu bilgilerin Merkeze gönderildiğini korkunç bir şey.Hatırlayın Çeçen lider Cehar Dudayev’e Türkiye’de dönemin iktidar partisi yani Başbakanı Cehar Dudayev’e bir ziyarette bulundu.Bu ziyaret esnasında Cehar Dudayev’e bir telefon hediye edildi telefon ABD malı Nec marka uydu telefonu.Bu telefonun özelliği Cehar Dudayev’in koordinatlarını ABD’de, NSA’ ye bildirmesi nitekim öylede oldu.ABD’de bu bilgileri Rusya’ya verdi ve Cehar Dudayev füze saldırıları ile öldürüldü.Şimdi olayla alakayı siz kurun. Gelişmiş ülkeler artık Microsoft’a güvenmiyor.Güvenmemekte de gayet haklılar.Çünkü Microsoft’un Office 97 paketinde ortaya çıkan olay bu şüphelerin haklılığını destekler nitelikteydi.Neydi bu olay ? Olay şuydu o zamanlar yeni piyasaya sürülen Office 97 Microsoft’un ürettiği üründü bu paketi siz bilgisayarınıza yüklediğinizde sizinle ilgili (şifreler, kişisel bilgiler, dökümanlar) vb bilgiler merkeze postalanıyordu.Daha sonra olay ortaya çıktı Microsoft özür üzerine özür diledi.Ama ne fayda arif olan artık Microsoft’tan korkuyordu.O dönem bir çok kişi Office yüklü makinelerini ya internete bağlamıyor, yada Office programını kaldırmakla kalmıyor bilgisayarlarını komple Formatlıyorlardı.Bu tip haberleri Internet sitelerinde okumak mümkündü.Olayın ehemmiyeti ortada… Bu olay’dan dolayımıdır yoksa yapılan araştırmalarda olumsuz sonuç alınmasından dolayımıdır bilinmez ama dünyanın en güçlü 2 ülkesinden biri olan Rusya seçimlerde Vladimir Putin başkan seçildiğinin ertesi gün’ü Devlet kurumları ve Orduda kesinlikle Microsoft ürünlerinin kullanılmasını yasakladı.Bunun ardından tüm Devlet kurumları ve Ordu’da Rusya’nın kendi Linux tabanlı ulusal dağıtımın kullanılmaya başlandı.Çin ve Almanya’da da durum farklı değil.Çin’de Devlet kurumları ve Ordu’da Microsoft tabanlı yazılımları yasaklayarak kendi ulusal dağıtımı olan “RedFlag” isimli işletim sistemini kullanıma sundu..Almanya’da da aynı şekilde SuSe kullanılmakta. Bu saydığım ülkelerin hiç biri gelişmemiş ülke değil hepside dünya’da söz sahibi olan ülkeler.Ama nedense Türkiye’de diğer devletler tarafından yasaklanan bu işletim sistemleri ısrarla kullanılmakta.Kesinlikle en kısa zamanda tüm devlet kurumlarında Linux türevleri kullanılmalı.Bu konuda kendi çabaları ile Linux işletim sistemine geçen Eminönü belediyesinin masraflarında ne kadar düşüş yaşandığını araştırırsanız bulabilirsiniz.Bir haber kanalında çıkan Eminönü Belediye Başkanı donanım ihtiyacı problemi tamamen çözülmüştür dedi.Çünkü Linux donanımlarınızı pozitif performans verecek şekilde kullanır. Linux’tan neden şüphelenmeyelim ? Çünkü Linux serbest bir platform Microsoft gibi kapalı bir kutu değil.Linux işletim sistemlerini yükleyenler bilirler hemen her dağıtımda Sizlerinde bilginiz dahilinde yardımcı olabileceğinizi bildiren notlara rastlarsınız.Bu ise Linux içinde bu tip skandalların yaşanmamasını mümkün kılıyor.Bu nedenle Linux güvenli bir sistemdir kompleks bir yapıya sahip olması nedeni ile güvenlik üst düzeydedir.Linux bir sisteme saldırı düzenlemeye çalışan bir “Hacker”ın bilgi seviyesi üst düzey olmalı çünkü Linux’a saldırı profesyonel olmayı gerektirir.Fakat Windows için bu böyle değildir.Örneğin; Linux sistemleri etkileyen virüslere az rastlanır.Yine donanımları en iyi şekilde kullandığı için sisteminizde donma ve çökme olmaz. Eğer durumun ehemmiyetini hala anlamadıysanız bir odaya çekilin ve yazıyı baştan sonra bir kez daha okuyun.Yazı pencerenin nereye açıldığı hakkında detaylı bilgi vermekte.Bilginin güç olduğu bir zamanda gücünüzün başkaları tarafında sizin üzerinizde baskı oluşturacak şekilde kullanılması kimsenin hoşuna gitmeyecektir.Windows’u yönetmek Linux’a göre daha kolay olabilir.Fakat yazıyı baştan sona okuyanlar aslında kendilerinin birileri tarafından yönetildiğini anlayacaklardır.. Şimdi her şeyi baştan düşünelim…
Yasin Alperen B.Ü Bilgisayar Bilimleri Bölümü.